İttihatçıların gerçekleştirdikleri katliam ve kırımların üzerinin örtülmesi, hukuk alanında iki önemli mirasın günümüze kadar gelmesine yol açtı. Bunlardan bir tanesi, devlet içindeki çetelerin işlediği suçların hemen her zaman bir tür ceza bağışıklığından yararlanması idi. Bütün Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca gerçekleştirilen, içinde bir biçimde derin devletin parmağı olan cinayet, katliam ve provokasyonların failleri, ya “yakalanamadı”, ya yakalandıktan sonra cezaevinden “kaçtı”, ya da ortada duran tüm delillere rağmen beraat ettirildi. Tabi suçlarla orantısız şekilde verilen hafif cezaları da bu listeye ekleyebiliriz.
Bu mirasın ikinci kısmı, azınlıklar söz konusu olduğunda, hemen bir el çabukluğunun devreye girip, en temel hukuk kurallarının bariz bir şekilde çarpıtmaya uğratılmasıdır. Bazen yasanın kendisi bu çarpık mantığın bir tezahürü olarak ortaya çıkmıştır. Örneğin Varlık vergisinde olduğu gibi. Ya da belli düzenlemeler yapılmayarak, kasıtlı olarak hukuki boşluk ve belirsizlikler yaratılmıştır. Örneğin, gayrımüslimlerin kurumlarına tüzel kişilik verilmemesi gibi. Ama en temel çarpıtmalar yüksek yargı kararlarıyla gerçekleştirilmiştir. Mesela, gayrımüslimlere haklar tanıyan Lozan Antlaşması, tuhaf bir tersine çevirmeyle, azınlıkların haklarını kısıtlayan bir enstrümana dönüştürülmüştür. Bu mahkemelerin kararlarına bakın, Lozan’ın pozitif bir şekilde kullanıldığı bir tane örneğe rastlayamazsınız.
Türkiye’deki yüksek yargının zihniyet dünyasını anlamak bakımından en iyi örneklerden bir tanesi de, Yargıtay’ın inanılmaz bir hokus pokusla, Gayrımüslim vakıf mallarını talan ettiren 1974 tarihli kararıdır. Rum vatandaşlarımızdan “yabancı” diye söz edilir o kararda, ta 1936 yılında verdikleri mal bildirimleri, tüzükleri kabul edilir, sonrada malları tek tek ellerinden alınır.
Sadece mallar talan edilmedi Yargıtay kararlarıyla, hepinizin bildiği üzere Hrant Dink’te Yargıtay’ın, sözlerini ısrarla “yanlış anlaması” sonucunda ilk önce manevi linçe, sonra da, o menfur saldırıya maruz bırakıldı.
Ergenekon davasıyla birlikte, sözünü ettiğim birinci miras, yani derin devletin “ceza bağışıklığı” ciddi bir yara aldı. Eksiğiyle, gediğiyle, Ergenekon davası bu yönüyle büyük bir dönüm noktasıdır bu ülke için. Gelin görün ki, aradan geçen onca zaman, değişen bunca şeye rağmen, azınlıklar ve belli tabularla ilgili olarak Yargının hukuku uğrattığı çarpıtma hiçbir değişiklik göstermedi.
En son Orhan Pamuk kararına bakın. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları Orhan Pamuk’a karşı manevi tazminat davası açabilir diyor. Böyle bir hukuki fikir yürütme biçiminin, dünyanın en baskıcı rejimlerinde bile kimsenin aklına gelmediğini, gelemeyeceğini biliyorum. Yetmiş milyon kişi, bir adamı lime lime edebilir, ondan bir parça koparabilir deniyor bu kararda. Tabi, soğukkanlı bir kurnazlıkla, her şey hesaplanmış; zaman aşımı nedeniyle Orhan Pamuk’a, ancak Kerinçsiz ve arkadaşlarının açtığı davada tazminat ödenecek. Bunun ne önemi var! Orhan Pamuk’a sakın ola ki bir daha ağzını açma diyor yüksek yargımız. Bize de diyor ki, eğer Ermeni meselesini tartışmaya kalkarsanız, sizi, linç edilmek üzere, kızgın kalabalıkların önüne atarım. “Türkler Ermenileri öldürmüştür” derseniz eğer, göğsünüzde, her an infaz edilebilir bir ölüm fermanıyla dolaşmaya hazır olun.
Ne demişti Orhan Pamuk? “Bir milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürüldü. Kimse söylemiyor, bari ben söyleyeyim...”. Yargıtay, bu sözleri Türklüğe hakaret kabul ediyor ve bu sözler için her Türk vatandaşının dava açabileceğini söylüyor. Eğer Pamuk’un bu sözlerinden her bir Türk vatandaşının kişisel olarak “incindiği” kabul edilecek olursa, Türk yargıçların da bu davaya bakamaması gerekirdi. Yargıçlar “kişisel” meselelerine ilişkin davaları göremezler. Görürlerse sonuç, Pamuk davasındaki gibi olur; hukuk her tarafından eğilip bükülür. Aynı Yargıtay, Pamuk davasından önce, istikrarlı olarak manevi tazminat davasına taraf olabilmek için kişisel olarak isminizin belirtilmesini aramıştır. Örneğin, televizyonlarda ve basında Türk Protestanlara yönelmiş olağanüstü aşağılayıcı sözlere karşı açılan davalarda, Yargıtay davacıların isimlerinin somut olarak zikredilmediğini belirterek tazminat taleplerini reddetmiştir. Bir avuç Protestan’ın dava “ehliyetini” kabul etmeyen Yargıtay, söz konusu olan Ermeni tabusu olduğunda bütün milletin “müşteki” olabileceğini kabul ediyor.
Orhan Pamuk’a yönelik bu kararın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından ağır ibareler kullanılarak mahkûm edileceğine en küçük bir şüphe duymuyorum. Ama, Yüksek Mahkeme’nin Ermeni Tabusu için sözümüze peşinen ipotek koyması, bunu yaparken de hukuku akıl almaz bir şekilde eğip bükmesi beni cidden kederlendiriyor.
Orhan Pamuk hukuk eliyle linç ediliyor. Geçmişte yaşanmış büyük bir lincin konuşulmasını engellemek için hem de... İttihatçıların mirasını korumak için hukuku linç ediyoruz. Bir toplumun bundan daha büyük ödeyebileceği bedel ne olabilir ki?
Hukukçu-Yazar
Bu yazı Taraf Gazetesinin 12 Nisan 2011 tarihli nüshasında yayınlanmıştır