Tuesday, April 12, 2011

Hukukla Linç Etmek

İttihatçıların gerçekleştirdikleri katliam ve kırımların üzerinin örtülmesi, hukuk alanında iki önemli mirasın günümüze kadar gelmesine yol açtı. Bunlardan bir tanesi, devlet içindeki çetelerin işlediği suçların hemen her zaman bir tür ceza bağışıklığından yararlanması idi. Bütün Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca gerçekleştirilen, içinde bir biçimde derin devletin parmağı olan cinayet, katliam ve provokasyonların failleri, ya “yakalanamadı”, ya yakalandıktan sonra cezaevinden “kaçtı”, ya da ortada duran tüm delillere rağmen beraat ettirildi. Tabi suçlarla orantısız şekilde verilen hafif cezaları da bu listeye ekleyebiliriz.

Bu mirasın ikinci kısmı, azınlıklar söz konusu olduğunda, hemen bir el çabukluğunun devreye girip, en temel hukuk kurallarının bariz bir şekilde çarpıtmaya uğratılmasıdır. Bazen yasanın kendisi bu çarpık mantığın bir tezahürü olarak ortaya çıkmıştır. Örneğin Varlık vergisinde olduğu gibi. Ya da belli düzenlemeler yapılmayarak, kasıtlı olarak hukuki boşluk ve belirsizlikler yaratılmıştır. Örneğin, gayrımüslimlerin kurumlarına tüzel kişilik verilmemesi gibi. Ama en temel çarpıtmalar yüksek yargı kararlarıyla gerçekleştirilmiştir. Mesela, gayrımüslimlere haklar tanıyan Lozan Antlaşması, tuhaf bir tersine çevirmeyle, azınlıkların haklarını kısıtlayan bir enstrümana dönüştürülmüştür. Bu mahkemelerin kararlarına bakın, Lozan’ın pozitif bir şekilde kullanıldığı bir tane örneğe rastlayamazsınız.

Türkiye’deki yüksek yargının zihniyet dünyasını anlamak bakımından en iyi örneklerden bir tanesi de, Yargıtay’ın inanılmaz bir hokus pokusla, Gayrımüslim vakıf mallarını talan ettiren 1974 tarihli kararıdır. Rum vatandaşlarımızdan “yabancı” diye söz edilir o kararda, ta 1936 yılında verdikleri mal bildirimleri, tüzükleri kabul edilir, sonrada malları tek tek ellerinden alınır.

Sadece mallar talan edilmedi Yargıtay kararlarıyla, hepinizin bildiği üzere Hrant Dink’te Yargıtay’ın, sözlerini ısrarla “yanlış anlaması” sonucunda ilk önce manevi linçe, sonra da, o menfur saldırıya maruz bırakıldı.

Ergenekon davasıyla birlikte, sözünü ettiğim birinci miras, yani derin devletin “ceza bağışıklığı” ciddi bir yara aldı. Eksiğiyle, gediğiyle, Ergenekon davası bu yönüyle büyük bir dönüm noktasıdır bu ülke için. Gelin görün ki, aradan geçen onca zaman, değişen bunca şeye rağmen, azınlıklar ve belli tabularla ilgili olarak Yargının hukuku uğrattığı çarpıtma hiçbir değişiklik göstermedi.

En son Orhan Pamuk kararına bakın. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları Orhan Pamuk’a karşı manevi tazminat davası açabilir diyor. Böyle bir hukuki fikir yürütme biçiminin, dünyanın en baskıcı rejimlerinde bile kimsenin aklına gelmediğini, gelemeyeceğini biliyorum. Yetmiş milyon kişi, bir adamı lime lime edebilir, ondan bir parça koparabilir deniyor bu kararda. Tabi, soğukkanlı bir kurnazlıkla, her şey hesaplanmış; zaman aşımı nedeniyle Orhan Pamuk’a, ancak Kerinçsiz ve arkadaşlarının açtığı davada tazminat ödenecek. Bunun ne önemi var! Orhan Pamuk’a sakın ola ki bir daha ağzını açma diyor yüksek yargımız. Bize de diyor ki, eğer Ermeni meselesini tartışmaya kalkarsanız, sizi, linç edilmek üzere, kızgın kalabalıkların önüne atarım. “Türkler Ermenileri öldürmüştür” derseniz eğer, göğsünüzde, her an infaz edilebilir bir ölüm fermanıyla dolaşmaya hazır olun.

Ne demişti Orhan Pamuk? “Bir milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürüldü. Kimse söylemiyor, bari ben söyleyeyim...”. Yargıtay, bu sözleri Türklüğe hakaret kabul ediyor ve bu sözler için her Türk vatandaşının dava açabileceğini söylüyor. Eğer Pamuk’un bu sözlerinden her bir Türk vatandaşının kişisel olarak “incindiği” kabul edilecek olursa, Türk yargıçların da bu davaya bakamaması gerekirdi. Yargıçlar “kişisel” meselelerine ilişkin davaları göremezler. Görürlerse sonuç, Pamuk davasındaki gibi olur; hukuk her tarafından eğilip bükülür. Aynı Yargıtay, Pamuk davasından önce, istikrarlı olarak manevi tazminat davasına taraf olabilmek için kişisel olarak isminizin belirtilmesini aramıştır. Örneğin, televizyonlarda ve basında Türk Protestanlara yönelmiş olağanüstü aşağılayıcı sözlere karşı açılan davalarda, Yargıtay davacıların isimlerinin somut olarak zikredilmediğini belirterek tazminat taleplerini reddetmiştir. Bir avuç Protestan’ın dava “ehliyetini” kabul etmeyen Yargıtay, söz konusu olan Ermeni tabusu olduğunda bütün milletin “müşteki” olabileceğini kabul ediyor.

Orhan Pamuk’a yönelik bu kararın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından ağır ibareler kullanılarak mahkûm edileceğine en küçük bir şüphe duymuyorum. Ama, Yüksek Mahkeme’nin Ermeni Tabusu için sözümüze peşinen ipotek koyması, bunu yaparken de hukuku akıl almaz bir şekilde eğip bükmesi beni cidden kederlendiriyor.

Orhan Pamuk hukuk eliyle linç ediliyor. Geçmişte yaşanmış büyük bir lincin konuşulmasını engellemek için hem de... İttihatçıların mirasını korumak için hukuku linç ediyoruz. Bir toplumun bundan daha büyük ödeyebileceği bedel ne olabilir ki?

Hukukçu-Yazar

orkece@gmail.com

Bu yazı Taraf Gazetesinin 12 Nisan 2011 tarihli nüshasında yayınlanmıştır

Friday, April 1, 2011

Hıristiyanları kimler öldürdü

18 Nisan 2007’de Malatya Zirve yayınevinde meydana gelen katliamda öldürülen üç Hıristiyan’dan biri olan Necati Aydın, 2000 yılında, İzmir’in Kemalpaşa ilçesinde İncil dağıtırken Jandarma ekipleri tarafından gözaltına alınmış ve çıkarıldığı Mahkemece tutuklanmıştı.

Jandarma karakolunda Aydın’ı, kendilerini JİTEM görevlileri olarak tanıtan ve sadece ön isimlerini kullanan kişiler sorguladılar. Aydın ilk defa o zaman Jandarma istihbaratının kendilerine gösterdiği yoğun ilgiden haberdar oldu. Bir aylık tutukluğunun ardından Aydın ilk duruşmada serbest bırakıldı ve daha sonrada beraat etti. Suçlama İslam dinine hakaretti. Sonradan anlaşıldı ki, Aydın’ı sorgulayan aynı JİTEM görevlileri köylüleri korkutmuş ve onları “dinimize küfredildi” diye ifade vermeye zorlamıştı. Duruşmada köylülerin vicdanı korkuya üstün gelince Aydın serbest kaldı.

Aydın, serbest kaldıktan sonra kendisine kumpas kuran JITEM’cilerin tespit edilip yargılanması için yoğun çaba sarf etti, ama ne savcıların ve ne de kamuoyunun dikkatini çekebildi.

Malatya katliamından sonra, hikâyenin bu dehşetengiz sonunun ta o zaman, Aydının gözaltına alındığı gün yazılmaya başlandığını düşündüm. Evet bu cinayet, tıpkı Dink ve Santoro cinayetleri gibi, kapsamlı bir planın parçasıydı. Bu ülkede neyin ne olduğunu bilen ve davayı yakından izleyen birinin Ergenekon bağlantısını görmemesi mümkün değildi. Darbe zemininin hazırlanmasında bu cinayetlerin yerini ve ne amaçla yapıldığını aşağıda tartışacağım. Ama önce, bu cinayeti kolaylaştıran bir iklimden söz etmek gerek.

Aydını gözaltına aldıran paranoid devlet aklının tarihsel temelleri var bu ülkede. Tıpkı Hristiyanları öldüren katilleri yaratan zehirli bir arka bahçemiz olduğu gibi. Bu yüzden bu cinayetlerin anlamının kuru bir akılla kavrayamayacağımızı düşünüyorum. Tamam, Ergenekon planladı bütün bunları, ama o planlar, kapalı durmaktan sıkılan, katliamlarla, pogromlarla kendini dışarı atan, kara bir ruhun serbest bırakılmasıyla hayata geçirilebildi.


Önce MGK sonra Ergenekon

2001-2002 yıllarından başlamak üzere misyonerlik Milli Güvenlik Kurulu toplantılarının değişmez maddelerinden birisi haline geldi. “Misyonerlik” bir ulusal güvenlik sorunu olarak takdim ediliyordu.

Ergenekon’un “Lobi” belgesinde sivil topluma nüfuz edilmesi ve şekillendirilmesi ön görülüyordu. 2004 ve 2005 yıllarında tamamı bir avuç Ergenekon sanığı tarafından kurulan, “ulusalcı” derneklerin pıtrak gibi patladığına tanık olduk. Ayasofya derneğinden, Kuvayı Milliye Derneği’ne… Bu dernekleri kuran Ergenekon sanıkları, bir taraftan Hıristiyanlara göz açtırmazken öbür taraftan da aydınlarımızı sindiriyorlardı. Orhan Pamuk’a, Perihan Mağden’e, Elif Şafak’a ve tabi ki Hrant Dink’e karşı açılan davaların arkasında onlar vardı. Tüm duruşmalara geliyor ve gayet örgütlü bir şekilde terör estiriyorlardı. Hrant Dink yargılanırken, onun için “Misyoner çocuğu” pankartıyla hazır bulunanlar da yine onlardı.

Aynı insanlar Türkiye’nin dört bir tarafında “misyoner” avına da çıkmışlardı. Misyonerle ilgili kitaplar, raporlar yazdılar; konferanslar verdiler; davalar açtılar, en üst düzeyde askeri personele brifingler sundular. JİTEM’in bütün bu ilişkiler ağı içerisinde, gerek istihbari bilgi ve gerekse maddi destek sağlama anlamında merkezi bir role sahip olduğunu görüyoruz.


Ergenekon Malatya bağlantısı

Malatya katliamı davası başladıktan bir süre sonra Mahkemeye bir ihbar mektubu ulaşmıştı. Buna göre, Jandarma Alay komutanı ve İlahiyat fakültesi öğretim üyesi bu olayın asıl azmettiricileriydi. Bu ihbar mektubu bir ateş topu gibi kurumlar arasında dolaştı. Mahkeme topu savcılığa attı, savcılık, suçlananlar askeri şahıslar deyip, askeri Mahkemeye gönderdi ve sonunda da askeri Mahkeme, bunda isim ve imza yok, dilekçe vasfına sahip değil diyerek meseleyi kapatıverdi.

İhbar mektubu bir türlü hedefine ulaşamadı ama cinayetin arkasındaki kara gölge de bir türlü rahat durmuyordu. Avukatlar ilk duruşmaya gittiklerinde, telefonda konuştukları dava stratejilerinin kendilerini düşmanlaştıran haberler eşliğinde yerel basında boy gösterdiğini gördüler. İstihbari bilgilerle dolu sofistike mektuplarla tehdit edildiler.

Geçtiğimiz haftalarda meydana gelen Malatya cinayeti bağlantılı Ergenekon operasyonu, o ilk ihbar mektubunda isimleri zikredilen kişileri hedef aldı, jandarma görevlileri ve bir öğretim üyesi tutuklandı.

Savcıyı, bir ses kaydının ve gizli tanığın ifadelerinin harekete geçirdiğini biliyoruz. Gizli tanık da, üstlerinin emirleriyle Protestanların içlerine sızmış, hatta Pastör olmuş bir uzman çavuş. Sonra yine üstlerinin emriyle Müslüman oluyor ve şimdilerde evleri aranan ilahiyat hocalarıyla birlikte televizyonlara çıkıp ülkenin nasıl elden gittiğini anlatıyordu.

Misyoner karşıtı faaliyetler bakımından Malatya o kadar önemli ki, Türkiye çapında yaygara koparan bu çavuşun maaşı da Jandarmanın bu birimi tarafından ödeniyordu. Malatya Jandarma’nın misyonerleri izlemek için avuç dolusu para harcadığı da Mahkeme kayıtlarına giren faturalarla resmen belgelenmişti.

Bu gizli tanığın anlattığına göre, Malatya eski Jandarma komutanı, üstlerinden aldığı emirler çerçevesinde, bu bölgedeki misyonerleri kokutmak için etkili bir eylem hazırlığına girişmişti. Amaç, ülke çapında etkili bir mesaj vermekti. Katiller seçiliyor, hedefe yönlendiriliyordu. Ergenekon sanığı üst düzey komutanlar da sık sık kenti ziyaret ediyordu. Yakalanmalarının ardından bu komutanlardan birinin üzerinden Zirve yayınevinin eski ismi olan Kayranın altının çizildiği power point slaytlar çıkmıştı.

Hepimizin malumu olan o korkunç katliam, bütün bu çalışmaların ardından geldi. Gizli tanığın dediğine göre azmettirici öğretim üyesi olaydan sonra onu arıyor, “vur dedik öldürdüler” diyordu.

Neden?

Bütün bu misyonerlik çalışmaları neden yapıldı, Hıristiyanları neden öldürdüler? Bunun bir tane akılla verebileceğimiz cevabı var. Bir yandan “misyoner” gibi bir günah keçisi üzerinden milliyetçiliği tırmandırmaya hazırlanıyorlardı, buna hiç şüphe yok. Diğer taraftan, Santoro ile başlayan, Malatya’yla zirveye ulaşan ve daha sonra ülkenin değişik yerlerinde teşebbüs aşamasında kalmış olan cinayetlerle tüm dünyaya, “İslamcı” iktidarla birlikte “Hıristiyanların” kıtır kıtır kesildiği bir ülke olduğumuz imajını vermek istiyorlardı. Kafes planında yaptıkları değerlendirmelerden, başarısızlıklarının farkında olduklarını biliyoruz.

Bütün bu misyoner paranoyalarını yayarken bir grup adamın soğuk kanlı hesaplar yaptığına hiç şüphe yok. Ama yazının en başında anlatmaya çalıştığım, bütün bu paranoyaları hemen benimseyiverecek paronid bir devlet aklı var ortada… Bu işler MGK’da tartışılırken çok muhtemeldir ki bazı askerler bu deli saçmalarına gerçekten inanıyorlardı. Hesaplaşmadığımız geçmişimiz bu paronayaları besliyor ve her düzeyde yeniden üretiyor çünkü.

Gelelim polise. Malatya’da da, tıpkı Hrant Dink cinayetinde olduğu gibi, polisin tüm adımları izlediğini düşünüyorum. Bir “Ermeni”ye, birkaç “misyonere” yönelmiş tehdit umarlarında değildi bence. Ergenekoncuların katilleri nasıl yönlendirdiğini görüyordu polis teşkilatı, ama muhtemelen büyük yapbozun tamamını göremiyorlardı. Malatya’daki kanlı katliamın ardından diğer illerdeki saldırıları durdurdular.

Sonuç, Malatya katliamını JITEM/Ergenekon yapılanmasının gerçekleştirdiğine hiç şüphe yok. Ama bu büyük resmin arkasında bir başka büyük resim daha var ki, onu da geçen gün tweetere yazdığım mesajda özetlemiştim. “Hristiyanları kim öldürdü? Cevap: Ergenekonun açıga çıkarttıgı kötü ruh. Kurumlara, kitlelelere sinmiş kara duman, 1915'den kalan.”

Hukukçu-Yazar

orkece@yahoo.com

Bu yazı Taraf gazetesinin 2 Nisan 2011 tarihli nüshasında yayınlanmıştır

Tuesday, February 1, 2011

Başkanlar, diktatörler ve askerler

Amerika Birleşik Devletleri’nde “başkanlık sisteminin” hangi temeller üzerine kurulu olduğunu ve bu sistemin neden Türkiye’de yürüyemeyeceğini anlamak için, bir düzine akademik makale okumanıza gerek yok. Gidip sadece, Washington DC’de bir tiyatro oyununu izlemeniz yeterli olacaktır. Amerikan başkentinde 25 yıldır sahne alan Capitol Steps isimli tiyatro grubunu izlemek için bir bilet alın ve yerinize kurulun. Sahne açıldığında büyük çoğunluğuna televizyon ekranlarından aşina olduğunuz Amerikan siyasi figürlerinin ve devlet adamlarının çeşitli kılıklarda tek tek önünüzde arz-ı endam ettiklerini ve ölümcül bir kara mizahtan paylarını aldıklarını göreceksiniz. En hafifinden, “kaltak” olarak Türkçeye çevirebileceğimiz “bitch” kelimesinin bayan Clinton için telaffuz edildiğini duyduğunuzda, sanırım sizde benim gibi, ifade özgürlüğü bakımından Türkiye’deki acıklı durumu aklınıza getirir ve derin bir iç geçirirdiniz.

Benzeri bir tiyatro oyununun Türkiye’de oynanması durumunda ne olacağını anlamak için, başbakan için “kof kabadayı” ibaresini telaffuz ettiği için ceza ve tazminat davalarıyla karşı karşıya kalan Ahmet Altan’ın durumuna bakmak yeterli olurdu sanırım. Capitol Steps Türkiye’de sahne alsaydı, tiyatronun kapatılıp oyuncularının da uzun süre çıkmamak üzere hapse atılacağına kimsenin şüphesi olmasın.

ABD’de “başkanlık sistemini” bir diktatörlüğe dönüşmeden uygulamayı mümkün kılan sadece Türkiye’yle mukayese götürmeyecek bu ifade hürriyeti düzeyi değil şüphesiz. Yerel demokrasinin çok güçlü olduğu, 50 federe devletten müteşekkil, olağan üstü karmaşık bir siyasal yapıdan söz ediyoruz. Bu federe devletlerin her birinin kendi parlamentoları, silahlı güçleri, kendilerine özgü ceza ve vergilendirme sistemleri var. Başkanlık aslında, bütün bu parçalı siyasal yapı içerisinde siyasi bir üst bütünlük oluşturmak amacıyla getirilmiş bir organ. İki partili, iki parlamentolu, lobi ve konsensüs kültürünün son derece gelişmiş olduğu “federal” siyasi düzeyi de bu işleyişe yerleştirin.

Başkanlık sisteminin Türkiye’de uygulanmaya çalışıldığında nasıl bir şey olabileceğini anlamak için, herhalde siyasal ve kültürel olarak yakından uzaktan alakamız olmayan ABD örneği değil, Latin Amerika tecrübesi yol gösterici olacaktır. Bu sistemin Latin Amerika’da otoriter rejimlere ve diktatörlüklere kapı araladığını biliyoruz.

Hal böyle olmakla birlikte, dönem dönem başkanlık sistemi dönüp dolaşıp siyasi gündemimizin başlıca maddelerinden birisi haline geliyor. Özal ve Demirel’in Cumhurbaşkanlığı dönemlerinde olduğu gibi, şimdi de Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi ihtimaline binaen başkanlık sistemini tartışıyoruz. Burada sormamız gereken belki de şu: neden bu sistem, koalisyon hükümetleriyle yönetildiğimiz, parlamenter sistemin ülkeyi yönetmekte görece zaaf içinde olduğu dönemlerde değil de, anlamlı bir parlamento çoğunluğunu elinde tutan, sorgusuz sualsiz takip edilen, güçlü liderler döneminde gündeme geliyor? Örneğin şu anda parlamenter sistem, Erdoğan için yapmak istediği herhangi bir şeyi engelleyecek bir “kısıt” mı oluşturuyor?

Bu soruların birbiriyle alakalı iki yanıtı olduğunu düşünüyorum. İlk yanıt, son dönemde dünya çapında ismi en çok duyulan bir bilgi kaynağından geliyor. Wikileaks’e göre, Erdoğan 2004’de, Ege’deki operasyonları askıya almasını isteyen AB Dönem Başkanı Hollanda Dışişleri Bakanı Bernard Bot’a “Ordu benim kontrolümde olmadığı için uçuşları durduramıyorum” demiş. Aradan geçen yedi yılda değişen bir şey olmadığını, Erdoğan’ın tam da Papandreu ile Erzurum’da el sıkışırken Türk Jetlerinin Ege’de “it dalaşına” girişmesinden biliyoruz.

Buradan bakınca, psikolojik düzeyde, başkanlık, bir türlü kontrol altına alınamayan ordunun sivil iradenin otoritesi altına alınmasının bir aracı gibi görülebilir. Başkanlık sistemini meşrulaştırmaya çalışanlar, ancak “güçlü” bir başkanın ordunun da üzerinde “otorite” kurabileceğini öne sürüyorlar. Bu argümanı ileri sürenler, tam da, başkanlık sistemini diktatörlüğe dönüştürecek olan siyasi iklimin askerî vesayetin devamını garanti altına alan şey olduğunu görmezden geliyorlar. Biz güçlü liderlerimiz olmadığı için askerî vesayet altında yaşıyor değiliz. Basın özgür olmadığı için, ifade hürriyeti kısıtlı olduğu için, denetim ve hesap verme mekanizmaları işlemediği için, siyasal partilerin kurumsal yapıları zayıf olduğu için askerin rejim üzerindeki vesayeti devam ediyor.

Bu vesayet aynı zamanda, siyasi partilerin Max Weber’in belirttiği “karizmatik liderlik” dönemini geçip, güçlü “kurumsal” yapılar oluşturmalarını engellediği için, bütün siyasal sistem “lider kültü” etrafında şekilleniyor. Bu lider kültü bir kere oluştuğu anda da, artık lider, siyasal sistemi de kendi “karizması” üzerinden şekillendirmeye çalışıyor. Bir kere daha başkanlık sistemini tartışmaya başlamamızın nedeni bu işte. Tartıştığımız şey, Türkiye’nin nasıl daha demokratik bir ülke haline geleceği değil, “liderin” hangi yol ve yöntemlerle ülkeyi yönetmeye devam edeceğini münazara etmekteyiz.

Başkanlık (veya yarı başkanlık) sisteminin, zaten çarpık olan siyasal sistemimizi, “ucubeleştireceğinden” benim zerre kadar şüphem yok. Ortadoğu ve Afrika’da diktatörlükler köklerinden sarsılırken, oluşturulacak “ucube” bir sistemin, Türkiye’ye bu coğrafya’da hiçbir saygınlık ve kudret getirmeyeceğinden hiç kimsenin şüphesi olmasın. Bizim sözde “kudretli” ama aslında her şeyin eski tas eski hamam sürüp gitmesine yol açacak bir “başkana” değil, çok daha fazla demokrasiye ve özgürlüğe ihtiyacımız var. Hem kendimize ve hem de özgürlüğe susamış bütün Ortadoğu ve Afrika halklarına verebileceğimiz en büyük armağan, onların da örnek ve ilham alabilecekleri, tam demokratik bir Türkiye’nin kurulması olacaktır.

TARAF, 02.02.2011

http://www.taraf.com.tr/haber/baskanlar-diktatorler-ve-askerler.htm

Sunday, January 23, 2011

Erdoğan ve ifade hürriyeti sorunumuz

Tayyip Erdoğan’la kişisel olarak hayatımda ilk ve son kez 1999 yılı başlarında görüştüm. Erdoğan Siirt’te okuduğu şiir nedeniyle hapse girmek üzereydi ve benim de içinde bulunduğum hukukçulara, mahkûmiyet sonrası yapabileceklerini danışıyordu. Kanımca, Erdoğan’ın iç hukuktaki mahkûmiyeti, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) önünde tartışmak bakımından oldukça sağlam bir ifade hürriyeti davası ortaya koyuyordu. Kendi baktığım yerden davasını nasıl gördüğümü açıklamaya çalıştım. Sanırım sonradan, politik sonuçlarını düşünerek bu davayı açmaktan vazgeçti.

Bir saatlik görüşmemiz sırasında, olağanüstü dinleme yeteneği olan, çok akıllı, alçakgönüllü ve bir o kadarda karizmatik bir lider gördüm karşımda. Yanından ayrılırken, Erdoğan’ın Türkiye’nin geleceğinde belirleyici bir rol oynayacağına ilişkin kesin bir kanaat oluşmuştu üzerimde. Sonrasında neler olduğu hepinizin malumu. Erdoğan hapisten çıktı ve başbakanlık koltuğuna oturdu.

Erdoğan iktidarının Türkiye’nin demokratikleşmesi ve askerî vesayetin geriletilmesi bakımından tarihsel bir dönemeç oluşturduğuna hiç şüphe yok. Erdoğan’ın Türkiye’nin gelmiş geçmiş en etkili liderlerinden birisi olduğu da şüpheden varestedir. Türkiye pek çok bakımdan, hiçbir şekilde 2002 öncesiyle kıyaslanamayacak bir durumda. Gelin görün ki, bütün bu pozitif gelişmelere rağmen, Türkiye belli alanlarda yerinde saymaya ve eski ezberlerini tekrarlamaya devam ediyor.

Hâlâ son derece utanç verici bir şekilde, yazarların ve gazetecilerin en çok mahkûm edildiği ülkelerin başında geliyoruz. “Devletin bekasını” korumayı, insan haklarını korumaktan daha öncelikli bir görev olarak gören yargımızın, bu durumda ciddi bir katkısının olduğuna hiç şüphe yok. Ancak hükümet ve Erdoğan, yasal düzenlemeler ve kritik anlardaki pozisyon alışlarıyla, bu durumdan birinci derecede sorumludurlar.

Erdoğan, kendisi de bir ifade hürriyeti mağduru ve söz söylemenin hapisle cezalandırılmasının ne anlama geldiğini çok acı bir tecrübeyle öğrenmiş bir lider olarak, bu konuda çok ciddi bir duyarlılık ve topluma örnek olacak bir aklıselim geliştirebilmeliydi. Ama durum hiç de böyle olmadı...

Örneğin, Hrant Dink’in de ölümüne sebep olan malum 301’inci madde bir türlü ortadan kaldırılamadı. Hükümetin 2004 yılında yürürlüğe koyduğu Yeni Türk Ceza Yasası, ifade hürriyetini kısıtlama potansiyeli olan 40’a yakın maddesiyle, “devletin bekasını” koruma sevdalılarının eline, gazeteci ve aydınları kırıp dökecekleri bir mitralyöz gibi düşüverdi adeta...

Trajikomik bir biçimde, bu Yeni Ceza Yasası’nın en ciddi mağdurları bu hükümet döneminde başlayan Ergenekon davasını canhıraş savunan gazeteci ve yazarlar oldu. Taraf, Zaman ve Star gazetelerinin de içinde bulunduğu, “yandaş” basın, “gizliliği ihlal” ve “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” ettikleri gerekçesiyle açılan binlerce davayla cebelleşiyor.

Bütün bu süreçte, Erdoğan kendisine tanıdığı ifade hürriyetinin sınırlarını olağanüstü boyutlarda genişletirken, kendisini eleştirenlere karşı gittikçe artan oranda hoşgörüsüz bir tutum geliştirdi. Karikatürlerini çizenleri dava etmesi, kafasını kızdıran yazarları açıktan açığa gazete patronlarına şikâyet etmesi, gelişmiş demokrasilerin hiçbirisinde karşılaşamayacağımız, tahammülsüz ve hoşgörüsüz bir politikacı figürü koydu ortaya...

Erdoğan, mağdur olduğu zaman başvurmayı düşündüğü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi”nin eleştiri ve basın özgürlüğü kriterlerini hiçbir şekilde kendisine rehber edinmedi. Politikacılara yönelik eleştirilerin çok sert nitelikte olabileceği, politikacıların kamusal yaşamda edindikleri rol nedeniyle sıradan bireylerin tolere edemeyecekleri eleştirileri sineye çekmek durumunda oldukları yönündeki AİHM bakış açısının başbakanın reaksiyoner tavrına çok yabancı olduğu açıkça ortada...

Başbakanlar, ellerinde bulundurdukları kamu gücü nedeniyle, kendilerine karşı eleştiri yönetenleri dava etme konusunda olağanüstü hassas olmak durumundadırlar. Başbakanın gazetecilere karşı dava açması, sokakta kafasını kızdıran her bireyi kavga etmeye çağıran profesyonel bir boksörün tavrına benzer; bu orantısız bir güç kullanımıdır. Başbakanın açtığı bir davanın sıradan bir vatandaşın açtığı bir dava gibi işlem görmeyeceği çok açık. Ayrıca, o, tutum ve davranışlarıyla, kamu gücünü kullanan bireyler için takip edilecek davranış normları ortaya koyuyor. Hiç kimse bu ülkede bir hâkim veya savcının, ifade hürriyetinin kullanımı konusunda başbakandan daha fazla hoşgörülü olmasını bekleyemez. Bütün bu açılardan bakıldığında başbakan, ifade hürriyeti konusunda iyi anlamda örnek alınacak bir kanaat önderi olamadı...

Tayyip Erdoğan’ın Ahmet Altan’ı dava etmesinin ise kritik bir dönüm noktası oluşturduğunu düşünüyorum. Erdoğan belki bugüne kadar, hukuk yollarını kullanırken, hükümette olmalarına rağmen, iktidarın başka güç odaklarının elinde olduğunu düşünerek kendisini meşrulaştırıyordu. O başbakan olabilirdi ama, hala onu devirmeye çalışan bir de derin devlet vardı ortada... Bu mağduriyet duygu ve kurgusu, gazetecileri dava yoluyla tedip etme yönündeki tuhaf alışkanlığı için, kendince rahatlatıcı bir sebep teşkil etmiş olabilir.

Ahmet Altan’a karşı açtığı davada ise, hiçbir rahatlatıcı ve hafifletici sebebin olamayacağını düşünüyorum. Ahmet Altan, başbakanı AİHM terminolojisiyle söyleyecek olursak, sadece “sert bir şekilde” eleştirdi. Bu eleştirilerin, başbakanı, heykel yıktırmak gibi, popülist ve hoşgörüsüzlüğü yayma anlamında tehlikeli işlerden, Türkiye’nin acil çözüm bekleyen meselelerine yönlendirme amacıyla yapıldığı çok açık. Ahmet Altan, Türkiye’deki demokrasi mücadelesi bakımından sembol bir isimdir. Başbakan’ın açtığı dava ve suç duyurusunun, Altan’ın yargılandığı pek çok diğer davayı da olumsuz anlamda etkileyebileceği, belki başka zaman, ertelenecek olan cezaların, bu yeni atmosfer içinde, fiilen uygulamaya konulabileceği çok açık. Erdoğan, Altan’ı dava ederek, kendisini onu daha önce dava etmiş kişilerle aynı resim karesine yerleştirmiş oldu. Yirmibirinci yüzyılın inşasında söz sahibi olma iddiasında bulunan bir liderin, bu fotoğraf karesinde yer alamayacağı apaçık ortada. İşin bir de vicdan boyutu var. Eğer Altan, başbakanın açtığı dava sonucu mahkûm edilir, hele hele bu mahkûmiyet, diğer davaların da mahkûmiyetle sonuçlanmasına bir biçimde katkıda bulunursa, Erdoğan’ın bu ülkenin demokratlarının gönül defterinden silineceğini düşünüyorum.

Başbakan’ı Ahmet Altan’a karşı açtığı dava ve suç duyurusunu geri çekmeye davet ediyorum. Tayyip Erdoğan, Ahmet Altan’ı, 1999 yılında kendisini de ezip geçen bu sistemin dişlileri arasına atmamalı, gücü ve enerjisini bu çarkların doğru işlemesi için kullanmalıdır.

Hukukçu-Yazar

orkece@yahoo.com

Monday, January 3, 2011

Katledilen aydınlarımızın isimlerini neden siliyorlar?

Avanos belediyesinin sokak isimlerini değiştirmesine ilişkin haberi okuyunca Yevgeni Zamyatin’in “Biz” isimli romanı aklıma geldi. Bildiğiniz üzere Avanos belediyesi insan isimleri taşıyan caddeleri “numaralandırdı”.
“Biz” adlı romanında Zamyatin totaliter bir devlet ve onun toplumunu anlatır. Bu toplumda insanların isimleri yoktur, onlara “numaralarıyla” hitap edilir. Zamyetin ta 1921 yılında Stalinist Rusya’nın gelişini öngörmüştü. İsim yerine numara vermek, insanların “kişiliksizleştirilmesini” temsil eder. Bu anlamda “kişiliksizleştirme” sadece, isimleri numaralarla değiştirilen bireylerin insanlığına karşı girişilen bir saldırı değil, ama aynı zamanda toplumun kolektif hafızasına da bir tecavüz niteliğindedir. Numaralarla toplumsal hafıza oluşturamazsınız.
AKP’li 7, MHP’li 4 ve CHP’li 1 üyenin katılımıyla toplanan Avanos Belediye Meclisi, çoğunluğu kanlı saldırılarla katledilmiş Türkiye’li yazar, şair, aydın ve gazetecilerin isimlerini taşıyan caddeleri yeniden adlandırmak için “numaraları” tercih etmiş. İsimleri numaralarla değiştirilen ve suikastlarda kaybettiğimiz bazı aydınlarımızın isimleri şöyle: Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı ve diğerleri…
Geçenlerde kaleme aldığım bir başka yazıda da, İstanbul’un AKP’li Belediye Meclisi üyelerinin, Ergenekon caddesine, Hrant Dink isminin verilmesi yönündeki önergeyi geri çevirdiklerini belirtmiştim.
Belediyelerin bu “tuhaf” uygulamaları hakkında, şüphesiz ki değişik açıklamalar getirilebilir. Örneğin, Muhafazakâr-Milliyetçi koalisyondan müteşekkil Avanos Belediye meclisinin, “solcu, laikçi” olarak bilinen aydınlara bir alerji geliştirmiş olduğu tartışılabilir. Keza, İstanbul örneğinde, Meclis üyelerinin bir “Ermeni’nin” adını caddelerine vermek istememiş olabileceği düşünülebilir. Bu argümanlar doğru da olabilirler. Ancak, kanımca her iki örnekte de, çok daha derin düzeylerde işlev gören başka dinamikler söz konusudur.
Bizim çok derinlere kök salmış bir unutma kültürümüz var. Her şeyi unutmak istiyoruz. İstiyoruz ki hiçbir şey için yas tutmayalım. Bu davranış kalıpları anlamında, sadece Ermeni kırımları gibi görece uzak geçmişte meydana gelmiş olaylara değil, fakat aynı zamanda daha şunun şurasında 10-20 yıl önce meydana gelmiş olanlara da göndermede bulunmak istiyorum.
Eğer yanlış hatırlamıyorsam, bundan sadece bir yıl kadar önce Sivas Belediye başkanını radyoda dinledim. Başkan 1993’de Sivas’ta katledilen Alevi yurttaşlarımız için bir anıt dikmeye neden karşı olduğunu açıklıyordu. Kelime kelime söylediklerini hatırlamıyorum ama başkanın mesajının içeriği oldukça açıktı. Eğer böyle bir anıt dikilirse, bu anıt sürekli olarak yaşananları hatırlatacağı için, Aleviler ve Sünniler arasında bitmek bilmeyen bir gerilim kaynağı olacağını düşünüyordu. Bu aslında oldukça ilginç bir düşünce biçimi, öyle değil mi? Başkan, benzer olayların meydana gelmesinin geçmiştekilerin hafızadan silinmesine bağlı olduğunu düşünüyor. Aslında bu bakış açısı sadece Sivas Belediye başkanına da ait değil. Kanımca, genel kabul gören düstur budur Türkiye’de…
Gerçekten de, geçmişte meydana gelen olayların tekrarı, bu olayların hafızadan silinmesiyle mümkün olabilir mi? Bizim tarihimiz bunun tam tersinin doğru olduğunu gösteriyor. Sivas Belediye başkanının feci şekilde ıskaladığı şey şudur ki, 1993 yılı, Alevilerin Sivas’ta katliama uğradıkları ilk tarih değildir. Aleviler Sivas’ta daha önce 1978 yılında da katliama uğradılar.
Bence tarihimizi çok daha farklı bakış açılarından yazmaya ve okumaya ihtiyacımız var. Örneğin, en ufuk açıcı olanı, Türkiye tarihini bir travmalar tarihi olarak yazmak olurdu. Bu açıdan bakıldığında o kadar çok şey anlam kazanıyor ki…
Anıları silerek, ümitvar bir gelecek yaratabileceklerini zannediyorlar. Ben tam tersinin gerekli olduğunu düşünüyorum. Unutmak, unuttuğunuzu zannettiğiniz şeyleri tekrar ve tekrar yapmanızı garantilemekten başka bir işe yaramaz. Geçmişimizi hatırlamaya yetecek kadar cesareti toparlayabilir miyiz dersiniz? Bu bence, Türkiye’de huzurlu bir geleceğe sahip olmamızın tek yoludur.
Avanos Belediye Meclisini, sildikleri aydınlarımızın isimlerini tekrar aynı sokaklara geri vermeye davet ediyorum. Bizim en büyük ihtiyacımız, mümkün olduğunca çok şeyi hatırlamaktır, unutmak değil!

*Bu yazının İngilizce versiyonu, “Why do they erase the names of slain Turkish intellectuals?” başlığıyla, Today’s Zaman gazetesinin 17 Aralık 2010 tarihli nüshasında yayınlanmıştır.

Saturday, January 1, 2011

Katliamcıların mirasçıları “buradan çıkış yok” dedi

Travmalar söz konusu olduğunda “bireyler” ve “halklar” için aslında çok da bir farkın olmadığını düşünüyorum. Bütün travmalar insanların üzerinde bir iz bırakıyor. Ancak “karşılaşmaktan” kaçınıp, bilinçaltımızın kuytu köşelerine sıkıştırdığımız travmalar, bir biçimde hayatlarımızı yönetmeye, gündelik yaşamlarımızı zehirlemeye devam ediyor. Bu nedenle en büyük zarar da onlardan geliyor aslında…

Bu köşede defalarca söylediğim gibi, “unuttuğumuz”, “unutmaya” devam ettiğimiz sürece, geçmişi tekrar etmeye mahkûmuz. Trajik şeyler yaşandıktan sonra, hafızayı tamamen silip, hiçbir şey olmamışçasına yola devam edebilmek mümkün değil…Unuttuğunuzu zannettiğiniz her şey bilinç altınızda yaşamaya devam ediyor…

Geçtiğimiz Pazartesi günü Maraş’ta meydana gelen olaylar, bu anlatmaya çalıştığım şeyin kitabi bir örneğini ortaya koyuyor aslında. Pazartesi günü, Aleviler, aradan geçen 32 yıldan sonra, bu ilde meydana gelmiş trajik olayları anma “girişiminde” bulundular.

Pazartesi günü Türkiye’deki farklı illerden ve yurtdışından gelen birkaç bin Alevi bu anma toplantısına katılmak için Maraş’ta toplandı. Onlar toplanırken, başka bir grupta “toplanmaktaydı”. Alevilere karşı gösteri için toplanan “bozkurtların” çoğu 18-25 yaşlarındaydı. Yani onlar Maraş’ta katliam olduğunda henüz doğmamışlardı bile…

Şehirlerine gelen “davetsiz misafirleri” protesto etmek için toplanan bu gençler oldukça öfkeli bir şekilde, tam 32 yıl önce katliam sırasında atılan bir sloganı tekrarladılar: “Burası Maraş, buradan çıkış yok”. Maraş katliamından sağ kalanlar bu sloganı gayet net hatırlıyorlar. Gözü dönmüş it sürüleri sokaklarına akın ederken, ölüm onların üzerine bu sloganlarla çöreklenmişti. 2010 yılında tekrar aynı sloganı atarlarken “Bozkurtların” sayısı bir anda 100’den 500’e çıkıverdi. Tamda o noktada Aleviler “anma” törenine son verip, apar topar kenti terk ettiler.

Bu gençler, katliamcıların, kurbanlarının yüreklerine korku salmak için tam 32 yıl önce haykırdıkları bu sloganı nasıl olupta öğrenmiş ve tekrarlamışlardı? Bu slogan onlara nasıl ulaştı? Bu sloganı, Maraşta ne olduğunu bilmedikleri için mi, yoksa tam tersine çok iyi bildikleri ve aynı şeyi tekrar yapmaya aday oldukları için mi attılar? Hiçbir şey unutulmuş muydu gerçekten?

DÜŞÜNMELİYİZ

Olayların ardından Türkiye’nin geleceği adına beni asıl kaygılandıran, muhafakazakar basının bu anma törenini ve karşı gösterileri tamamen görmezlikten gelmesi oldu. Zaman gazetesi de olayı küçücük bir haberle geçiştirdi. Kanımca, katliamdan sonra ilk defa teşebbüs edilebilen bu anma töreni ve onu bastırmaya yönelik tiksinti verici karşı gösteri bu gazetelerin manşetlerine çıkmalıydı. Neden bu gazeteler Maraşı görmezlikten geldiler?

Bu köşede daha öncede yazdığım üzere, bazı Alevilerin Sünni Müslümanlara karşı besledikleri kesif düşmanlıktan ve ön yargılarından hiç bir şekilde hazzetmiyorum. Kanımca bir kısım Alevi, bu kör düşmanlık nedeniyle Türkiye’deki dinamikleri ve süreçleri doğru bir şekilde okuyamıyor, son derece hatalı politik analizler yapıyorlar. Ancak, bizler bir katliamı ve o katliamı sahiplenen bu faşistleri kınamak gibi bir asgari müşterekte birleşemiyorsak eğer, nasıl olupta toplumsal barışa katkı sunacağız? Bu ülkenin dindar Müslümanları bu acıları paylaşmayı beceremiyorlarsa eğer, nasıl olupta Alevilerden, milliyetçilik, din ve derin devleti birbirinden ayırt etmelerini bekleyebilirler? Bu acıları görmezden gelen dindar Müslümanlar nasıl olupta “derin devletle” mücadele ettiklerini iddia edebilirler?

Bu ülkenin geleceği için ümitvar olmak istiyorum. Ama bazen tüm ümidimi kaybediyorum. İşte buda o anlardan birisiydi…

*Bu yazının İngilizce versiyonu Today’s Zaman gazetesinin 24 Aralık 2010 tarihli nüshasında yayınlanmıştır.

Thursday, December 30, 2010

Sahici, Çıplak, Korkusuz: yılın adamı, Ahmet Altan

Sahici, Çıplak, Korkusuz: yılın adamı, Ahmet Altan

Orhan Kemal Cengiz

Taraf gazetesi genel yayın yönetmeni Ahmet Altan’ın Today’s Zaman tarafından “yılın adamı” seçildiğini Zamanın online versiyonundan okuyunca, gerçekten mutlu oldum. Altan bence sadece yılın değil belki de son on yılın adamı Türkiye’de.

Türkiye’de ne kadar tabu varsa hepsini alaya almış bir adam Ahmet Altan. Ölümü göze almadan bunu yapamazsınız. O, aldığı sayısız ölüm tehditlerini bir kere olsun dile getirmemiş, sözünü etmeye bile gerek duymamış bir şövalye.

Her şeyin dolaylı konuşulduğu, insanların kendilerini ve duygularını asla doğrudan ifade edemedikleri bu ülkede Altan, hepimize sahici konuşmanın, sahici yazmanın nasıl bir şey olduğunu öğretti. O çok akıllı bir adam. Ama bu sahicilik onu, bütün zırhlarıyla dolaşanların gözünde, her an her şeyi söyleyebilecek, bir “deli” mertebesine çıkardı. Altan yazınca, konuşunca, en tehditkâr ağızlar, sustu, yolunu değiştirdi; onunla göz göze gelmemek için kuytu köşelere saklandı. Sahip oldukları tek şey, işleri, rütbeleri, konumları olanlar, Altan gibi sahici insanlardan ölesiye korkarlar. Bu çıplak kalma korkusudur. Maskenin düşmesi, zırhın delinmesi korkusu…

Ahmet Altan bütün ezilenlerin, köşeye iktirilenlerin, marjinallerin sesi, soluğu oldu. Maço dünyamıza “erkekçe” meydan okudu. Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük edebiyatçılardan biri olan Altan, en çok kadınları, kadınların iç dünyalarını anlattı. En çok kadınları şaşırttı. Bir erkeğin, nasıl olupta ruhlarının kendilerinin bile bakmaya korktukları kuytularına böyle davetsiz, ama hiçbir şeyi kırıp dökmeden girebilmesine hep şaşırdı kadınlar.

Kadınlar, kendilerini bu kadar tanıyan bir adamın, en az onlar kadar Türkiye’yi de tanıması nedeniyle, her zaman iki tabancayla dolaştığını bilselerdi herhalde şaşkınlıktan küçük dillerini yutarlardı. İşte böyle bir adamdı Ahmet Altan.

Başlıkta “korkusuz” dedim ama aslında ben hiç kimsenin korkusuz olduğuna inanmıyorum. Korkusuz birinin insan olacağına inanmıyorum. Ama herhalde korkuyla birlikte yaşamayı öğrenmek diye bir şey var. Korkuya rağmen doğru bildiğini yapabilir insan. Altan’ın korkularına teslim olmayan bir adam olduğunu biliyorum. O en büyük cesaretin insanın kendisi olması olduğunu çok iyi biliyor. Kendin olmak için bütün zırhlarını çıkarmak zorundasın. Bunu yapabilmek için, korkunun dehlizlerinden geçmek zorundasın. İnsan içindeki en zayıf, en incitilmiş yere dokunabildiğinde, en güçlü formuna dönüşüyor aslında. Kendini kabul ettiğinde, başkalarını da kabul edebiliyor, kendini bıraktığında yaşayabiliyor hayatı, kendisi olduğunda bütün insanlık âleminin de bir parçası oluyor.

Lafı daha fazla uzatmadan, yılın adamına, büyük edebiyat ustası Ahmet Altan’a sözü vermek istiyorum. Altan’ın “Tehlikeli Masallar” adlı kitabından bu Paar günü için şu denemeyi seçtim sizin için.


“Acaba kendimizi en çok savunduğumuz sırada mı alıyoruz en büyük yaralarımızı, en büyük budalalıklarımızı, en akıllıca davrandığımızda mı yapıyoruz acaba, rahatı ve güvenceyi en çok istediğimizde mi kaybediyoruz, en büyük mutluluklarımızı en çok korktuğumuz da mı acaba korktuğumuz başımıza geliyor?...

Kendimizi bu kadar savunmasak, bu kadar çok korumasak, yaralarımız, pişmanlıklarımız ve acılarımız daha mı az olurdu acaba?


İnsanları bu kadar çok denediğimiz, kendimizi kalkanlarımızın arasına böylesine iyi gizlediğimiz, hiçbir acıya ve sıkıntıya razı olmadığımız için mi en çok istediklerimiz en uzağımıza düşüyor, mutluluk ele geçmez bir masal kuşuna dönüşüyor.

Hayat seçimlerle dolu ve her seçim bir kaybediş...
Bir şeyi seçen, bir başka şeyi kaybediyor.
Ya da hiçbir şeyi seçemez ve her şeyi kaybedersiniz.

iki yürekten biri soğuk biri sıcaktır, sıcak olan yüreği çöpe atarlar, soğuk olan yürek pırlanta değerindedir.


Zırhlarımız, korkularımız, savunmalarımız, hesaplarımız, bizi hep bir şey seçmemeye götürüyor, aklımız "öbürünü kaybetmemeliyiz" diyor... Ve en akıllı, en güçlü, en zırhlı, en hesaplı olduğumuz zamanda, her şeyi kaybediyoruz, en çok istediğimiz bizden en uzağa düşüyor.


Aşk dedikleri, bir insandan küçük bir kil parçası alıp bir gün yıkılıcağını gizliden gizliye hep bilerek, o küçücük parçadan kocaman bir heykel yaparken kendilerinin de heykelinin yapıldığını bilmezler.
Sonra birden yüzlerini çevirirler.
Heykellerin kolları bacakları yanlış oynar, parçaları dökülür.
Her seferinde, yeni küçük kil parçalarından yeni heykeller yapmak için, arkalarında kırık bir heykel bırakarak uzaklaşırken, aynı mahzun sesle, aynı sözcüğü söylerler.
-Elveda.”
Son olarak, kendisi de son derece sahici bir insan olan Todays Zaman genel yayın yönetmeni Bülent Keneş’i ve Ahmet Altan’ın yılın adamı seçilmesi kararında rol oynayan tüm Zaman çalışanlarını tebrik ediyor ve saygıyla selamlıyorum. Çok sağ olun.